BAŞIN ÖNE EĞİLMESİN
Ayaklarını… Çamura bulanmış ayaklarını. En geniş dairede de bir bataklığı görebiliyorsun, boynunu büküp, eğdiğinde başını. Canın sıkılıyor. Moralin bozuluyor. “Nereden bulaştım bu olmaz olasıca sıkıntıya,” diyorsun. Sağına, soluna bakınıyorsun. Tıpkı kendin gibi başkalarının da aynı çamur deryasında debelendiğini fark ediyorsun. Ve gördüğünün rüya değil, gerçek olduğunu anlıyorsun.
Önce bir teselli çıkarıyorsun bu yaygınlaşan durumdan. “Bunu yaşayan tek ben değilim,” tesellisi. Sonra, “Ayıp ya hu! Herkes çamura bulansa, daha mı çok moral bulacaksın,” diye kızıyorsun kendine; insafın ve insanlığın gereği olarak. “İnsan işte,” diye düşünüyorsun sonra, “yalnız olmadığını bilmek ya da görmek teselli veriyor”. Belki keyif vermiyor bu teselli, ama en azından, içindeki huzursuzluğun bir kısmını olsun, silip götürüyor.
Acı paylaşılıyor. Hüzün paylaşılıyor. Kahır paylaşılıyor. Dert, tasa, keder, gözyaşı ve hasret paylaşılıyor.
Teselli paylaşılıyor.
Kısa menzilli görüntüler, dar kapsamlı üzüntüler…
Zira başını eğdikçe bakışın daralıyor. Ufuk çizgisi kayboluyor. İğne arıyor gibi samanlıkta, ümit aranıyorsun bataklıkta. Bir zindan kuruyorsun beklentilerden. Ve “güneşli güzel günler” görebilmek umudu hapsoluyor içerinde. “Ye’s öyle bir bataktır ki; düşersen boğulursun,” derdin önceden. Şimdi, neden erteledin amel etmeyi bildiklerinle?
El ele tutuşup çevrendekilerle. Tanımasan da bilmesen de. Kaderin elim bir dilimini paylaşıyor olmak yetmez mi, yakınlık duymak, sarıp sarmalamak için? Göz göze gelirsin onlarla bir de. Bakışlarından yaralarının derinliğini anlamaya çalışırsın. Yaralı ceylan gibidir herkes. Ya da büyük bir yaranın içindedir.
Göğsünü gerip zorluklara. Başını dik tutunca. Gezinmeye başlar gözlerin işte o zaman, ufuk hattında. Ayağındaki çamuru değil, ufuktaki kıvılcımı görürsün. Ufuklar, senin ufkuna dönüşür, uzun uzun bakınca. Durduğun yeri değil böylelikle, kat ettiğin mesafelerin sergilediği güzellikleri temaşa edersin.
Önündeki uzun yollar, geçerken gül bahçelerinden, kaybolurlar. Kâh dolanırlar ormanlardan, kâh içine dolarlar. Tebessümleri parıldar ufuk yolcularının. Önün sıra dizilenlerin. Gülüşlerinden Kehkeşanlar kavislenir gökyüzünde.
Başını dik tut. Ki ufku görebilesin. Ufka kilitlenince bakışın, çözülür birer birer gözlerindeki kördüğümler. Silinir mesafeler. Batarken, geceyi doğuran güneş, seherin müjdesini fısıldar kulaklarına. Zira ufkun bir yanı günlük güneşlik, bir yanı fecri hazırlayan yıldızlar şöleni.
Derken, çekilir ufuktan güneş. Devrilip, yıkılıp gitmez. Süzülüp gider. Ağır, aheste. Gider ki gece gelsin. Gelsin ve geleceğin seherini inşa etsin. Gelsin ve bir iz bıraksın her yıldız semada. Gelsin ve seherin göğünden yayılacak aydınlık mükemmelleşsin. Gelsin ve büyütsün doğacak günü rahminde. Bil ki, tam da o zamanlardasın.
Sen devam et yoluna. Yerden kaldırdın mı bakışlarını? Ufka diktin mi? Şimdi ufukta gezdir bakışlarını. Ufkun da ötesinde, ötelerde gezdir. Kuşatsın seni gecenin seher muştusu. Seherin cennet coşkusu.
Madem ki düştün yola, bak sağına soluna. Göreceksin ufuk yolcusu kervanları. Gördün mü, yola dizilmiş olanları? Başını dik tutanların kervanlarını? Ufkun vadettiklerinin hayal değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu bilenleri. Bilirsin, bilmelisin: “Ruh ufuksuz yaşamaz.”
Ah, mahzun yurdum. Haklıymış şair: “yurdum ne kadar benzedin / giderek büyüyen yaraya.” Şimdi o yaranın içinde, yaralı yüreklerimizle göğsümüz inip kalkıyor. Kollarımız semaya uzanıyor. Uzayın derinliklerine mıhlanıyor gözlerimiz. Ufukların da ötesine. Göklerin ve yerin sahibine “medet” diyoruz. Bir ferahlık, bir esenlik istiyoruz. Gerçek kurtuluşun arifesinde, “ol” emrinin yankılanacağı yeryüzünde. Ellerimizle, yüzlerimizle, yüreklerimizle. O’na yöneliyoruz. O’na sığınıyoruz.
Artık dilde ne çamurdan ne de bataktan şikâyet. Yola düştük ya bir kere. Budur en büyük inayet.