(Grafik: Giray Turna)

ÖFKELİ VE GÜZEL

 

Dağlar… Ufukların mirası onların eteklerinde. Ve de zirvelerinde. Beşerî tarih hep bir dağın adı ile hafızalara kazınmış. Bazen bir muharebe sahasının yanı başında dikili endam, bazen bir sığınışın adı. İnsanlığın ikinci varoluşunda mutlak bir liman. Evet, dağ. Ama liman. Nuh Nebi’nin gemisi demirlemiş Cudi’nin bir köşesine. Belki zirvesine. Ve dağ, Tur’da Hz. Musa’nın, Hira’da son Peygamberin (sav) semalara açılan kapısı. Asıl kıymeti Yaratan’ın onu Kur’an’da bolca zikredişinde.

Söylenecek söz çok dağlara dair. Şimdi onları sayıp dökmeyeceğiz. Birbirinde saklı iki yanına ayna tutmaya yelteneceğiz: Güzelliğine ve öfkesine. Güzelliğiyle mest olan öfkesine kör. Öfkesine kin kusan güzelliğini idrakten uzak. Güzelliğinde biriken, öfkesi. Öfkesinden taşan, güzelliği. Güzellik öfkenin sırtına binmiş, öfke güzelliğin içine gizlenmiş. Ferhat, öfkeyi yontmuş ve bulmuş güzelliği. Bulmak her zaman sahip olmak değil. Aramaktır bulmak. Ferhat, bu sırra ermiş.

Dağdan bakarken de dağa bakarken de manzara güzel. Havasıyla, suyuyla temaşasıyla. Güneş onun ardından doğarken ayrı, batarken ayrı enfes. Doruklarına ulaşıp güneşin doğuşunu ve de batışını oradan izlemek bambaşka bir mutluluk.

Göğe uzanan endamı, zirvesinden eteklerine kadar nice güzellikler barındırır da kimimiz sırf uzaktan izleyerek, kimimiz ise o nimetlerin taa içerlerine gömülüp yaşarız. Ormanlar, türlü çeşit ağaçlar, çimler, çiçekler, kuşlar… Yamaçlar, dereler, ırmaklar… Hem devâsa haliyle hem minyatür boyutlarıyla bin bir güzellik. Baharın örtüsü yeşiller kuşağı iken, yazın ve güzün fırçası değince bin bir renge bin bir desene kavuşur çehresi. Hele kış. Beyazın en saf tonu büsbütün serilir gövdesine. Yağmurlarla ırmakları coşar. Karlar eriyince aynı ırmaklar coşmaz sadece, taşar da.

Hepsinin başı serin değil. Kimisi alev-ateş. Arzın merkezini gökyüzüne bağlayan yollar derûnundan geçer. Toprağın hararetini alıp havaya savuran. Akarsu misali yamaçlarından akıtan. O ne ihtişam, o ne manzara. O ne güzelliktir öyle. Göğe yükselen lavlar, lavlardan boşalan gazlar, dağın zirvesini ateşten bir gölete çevirip fokurdatan ihtişam… Zirveden yamaçlara, yamaçlardan vadilere süzülen ateşin yürüyüşü. Âteşîn bir yürüyüş. İhtişamlı, dehşet verici, harikulade, enfes… Hangi kelimeyle tarif etmeli?

Baktıkça, bakışı derinleşiyor insanın. Dağ, ne güzellikler barındırır öyle bünyesinde! Öfke demiştik başta. Dağın güzelliğinde saklı öfkeler. En gözle görülür hali ve ilk akla geleni yanardağ. Dağ yanmıyor aslında. Ateşe yol veriyor. Yol verirken de kendi öfkesini yüklüyor sırtına. Arzın onmayan yarası, öfke nöbetine tutulmuş bir dağın dudaklarından yeryüzüne püskürtülüyor. Derin yara. İnsan takati erişemediğinden sağaltmaya, dağın kalbine değmiş. Dağ da öfkesinden ateşli bir istifraya tutulmuş. Böylesi bir öfke. Biz onu seyrederken güzelliğine hayran ve mest, kendimizden geçiyoruz.

Dağın ateşi/koru atıp tutması, yamaçlarından akıtması dehşet duygularını uyarır bizde. Ve o zaman dudaklarımızdan dökülmeye başlar Cehenneme dair sözler. Ateşin en ürkütücü hali, Cehenneme dair olanı. Belki de Cehennem, ateşinin sönmeye yüz tutmuş bir parçasını, bir fikir sahibi olalım diye dağların derinliklerinden gönderiyor bize. Rabbin izni ölçüsünde. Tabii ki, anlayana.

Kar manzaraları… Dağın öfke biriktiren güzellikleri. Muhteşem görüntüler. Sadece seyri değil, üzerinde yürümesi, kayması, avlanması da güzel, değil mi? İşte bu güzelliklerde biriken öfkedir “çığ”. Yutan insanı. Bir kar tanesi, bin kar tanesi, derken bir çığlık ve derin bir vaveyla… Ve dağın öfkesinin en soğuk hali!

Yağmurlarla ırmakları coşan. Karlar eriyince, coşmak da yetmeyen, taşan. Suyun adını sele döndüren. Toprağı gevşetip yamaçlardan, yarlardan salıveren. Yürüyen toprağının/taşının adı heyelan olan. Rahmet suyunu manzaradan sıyırıp kızgınlığına katık yapan. Hep hep öfkesinden. Dağın öfkesinden.

Uçurumların manzarası muhteşem. Lâkin ya tepesinde olmalı insan ya da dibinde. Zirveden zemine serbest düşüşün adı: Dağın uçurum öfkesi. Ormanlarında kaybolursanız bilin ki, dağın yeşil öfkesine maruz kaldınız.

Bunlar güzelliğin öfkeli halleri midir? Yoksa güzellikte saklı öfkeler midir? Hangisinden sıyrıldıkça güzelliği âyan olur bir dağın?

Selin, çığın yamaçlardan sökülüp sökülüp koşturması, lavların ateşten bir ırmak edasında ama nazlı nazlı süzülmesi, yanardağın her patlamada gökyüzüne helezonik dumanlar savurması… O uçurumların, o yarların asil duruşları… Hepsi güzelin ve güzelliğin sınırlarına dâhil.

Çığ altında adam, sele kapılmış çocuk, heyelana uğramış köy, uçurumun kıyısındaki insan, lav ve beden, kayıp dağcı… Bu öfkeli haykırışlarla insanoğlunu bir arada andığımızda; güzelin surları yıkılıyor ve dağın insana değen tehlikelerle dolu öfkesi kabarıyor, köpürüyor.

Dağın öfkeli hali, güzelliklerinin ardında saklı. Bu saklanış, ansızın ortaya çıkmak için değil. Aslında insana görünmemek için. Her öfkenin ortaya çıkışının altında bir insan kusuru. Dağın öfkesine maruz kalmışsak kusuru kendimizde aramalıyız. Dağın ne işi olur, mini minnacık insan bedenleriyle. İnsana nispetle karınca neyse dağa nispetle de biz oyuz. Güzelin ve güzelliğin hakkını vermenin ve çoğaltmanın arayışında olalım ki dağ öfkesini âyan etmesin. Öfke nöbetlerine tutulmasın.

Başta demiştik ya, asıl kıymeti Rabbin onun adını zikredişinde diye. Onun misyonunu ne de çok duyurulmuş bize İlahî Kelâm’da: Dağlar sabit kılınmış. (13/3) Arz yayılmış ve oraya sağlam dağlar yerleştirilmiş. (15/19) Yer bizi sarsmasın diye. (16/15) Dağlarda sığınaklar yaratılmış bizim için. (16/81) Ve dağlar da O’nu tesbih ederlermiş. (21/78) Bizim gördüğümüz güzellikler, Yaratan’ın cemâlinin dağca dile getirilişi. Öfke dediklerimiz de O’nun gazabının dağ dilindeki zikredilişi olsa gerek.

Yaratan dağları anarken, ziyadesiyle hep güzelliklerini nazara vererek anmış. Ve dahi güzel yaratmış. “Öfkeli” nitelemesi bizim yakıştırmamızdan ibaret. Güzeli görememenin, onu tarif edememenin ve ona lâyık olamamanın adını öyle koymuşuz. Öyle koymuşuz ve o huşunetten tir tir titremişiz.

Gelin, uhrevi güzellikleri, öfkeli vehimlerimize kurban etmeyelim. O öfkeli güzellikler içinde yanmamak, donmamak ve kaybolmamak için O’nun sesine kulak verelim: Dağların nasıl dikildiğine, göğün nasıl yükseltildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bakalım. (88/17-20) Ve o vakitte, yani güneşin dürüleceği, yıldızların döküleceği zamanda, dağların da yerlerinden sökülüp yürütüleceği ânı, düşünce ve hayal ufkumuza perçinleyelim. (81/1- 3)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir