YÜRÜMENİN ANLAMI – 1
Yürümek artık uzun seyahatlerin bir aracı olmasa gerek. Zira günümüz teknolojisinden çok uzak geçmişlerde de binek hayvanları insanlığın hizmetindeydi. Nitekim, Kur’an’da da bu hayvanlar nazara verilerek istifademize sunuldukları söyleniyor. Bu durumda, uzun bir seyahatin meşakkatini tek başına bir çift ayağa yüklemek, ilahi buyruğa karşı da diklenme anlamı taşır bir bakıma.
Yürümeyi sadece “sağlıklı yaşam”a, sağlığı da sırf bedenle ilgili bir olguya indirgeyen yaklaşımlar, yürümekle elde edilmesi mümkün olan hasılayı zedeler. İlk insanın yeryüzünde varlık gösterdiği günden, kıyametin vaki olacağı zamana kadar ve bir yönüyle de öte dünya tasavvurlarımızda şekillenen yürüme etkinliği/eylemi hakkında düşünmek, hem dünyevi hem de uhrevi yönelişler bağlamında varoluşun anlamının kavranmasına katkı sunabilir.
Nasıl mı?
Kâinatın ve insanın varlığının gerekliliğine ikna olmak, insan olmanın yükümlülüklerini kavramak ve ifade edebilmek. Bu sorumlulukların acı veren ve yoran bir yük olmadığını anlamak için hayatın gülen yüzünü, yine hayatın içinde görmek, gösterebilmek. Bu süreci sondan başa da işletsek, baştan sona doğru da gitsek, adımlarımızın ritmi kozmosta bir seyahate sürükleyecektir bizi. Fiziksel ve düşünsel bir seyahate.
Bir yürüyüşten bahsediyorum; en geniş anlamıyla yürümekten. Bu yürüyüşü sıradan bir “ter atma” aktivitesine indirgemek de elimizde, kalbin ve beynin etkileşimli ve dervişane bir egzersizine dönüştürmek de.
Nietzsche, neredeyse tamamını, yaptığı daimi yürüyüşler esnasında aldığı notlardan oluşturduğu “Gezgin ve Gölgesi” isimli eserinde, “veda etmek gerekiyorsa” ön başlığıyla başlayan pasajda şöyle der: “Tanımak ve ölçmek istediğin şeylere, en azından kısa bir süre için veda etmelisin. Ancak şehri terk ettikten sonra kulelerin evlerden ne kadar yüksek olduğunu anlarsın.” (*) İster gündelik hayatın maddi veçhesini, ister metafizik bir hassasiyetimizi ele alalım, gerçek değişmez: Serinkanlı düşünmek, objektif bakış geliştirmek, makul çözümler üretmek için, içinde debelendiğimiz kargaşanın dışına çıkmak, ruhumuz da dâhil olmak üzere kendimizi ve çevremizi biraz uzaktan izlemek, bakışımızı ve düşüncemizi berraklaştırır. Nietzsche’nin reçetesi bunu sağlayabilir. Kanaatimce, bu reçeteye ulaştıran kestirme yollardan birisi de yürümektir. Bir yerlerden, bir şeylerden ve birilerinden uzaklaşmak, onlara belli bir süreliğine veda etmek, onları tanımamızı, ölçümlememizi ve olan biteni bir sevgi çemberiyle kuşatmamızı daha bir mümkün kılar.
Her yürüyüşün mutlaka bir amacı ve anlamı vardır. Ve bu anlam çoğu zaman yürümekten başka şeylere dairdir. İster tekil ister çoğul özne tarafından icra edilsin, bu gerçek değişmez. Bakmayın siz “Niye yürüyorsunuz” sorusuna, “Öylesine işte, bir sebebi yok” diye cevap verenlere. Bu yanıt bile söz konusu yürüyüşe bir sürü anlam yükler. Yürümenin nedeni, sözle ifade edilmese de mutlaka bilinçaltında var olan bir etkene dayanıyordur. Değil mi ki, depresyondan tutun da coşkulu mutluluk anlarına kadar uzanan duygu yelpazesinde belirgin ve de anlamlı bir noktadan başlanmıştır yürümeye. Burayı biraz açalım.
Tek başına yürümenin nedenleri çoğunlukla kişiseldir, ama yürüyüş çok özneli olunca hem bireysel hem de topluluğa ilişkin gerekçeler söz konusu olabilir. Mesela toplu yürüyüşlerde bir anma, protesto, destek, dikkat çekme, engelleme, ayin, işgal yas ya da bir eğlence ana gündem olabilir. Başka nedenler de bulunabilir. Değişmeyen gerçek şu ki, birden çok insanın (doğrusu birden çok “tek kişinin”) bir araya gelerek yürümesi kutsallaştırılmış ya da değer atfedilmiş bir gerekçeye dayanır. Ve bu gerekçe, işin aslına bakarsanız, bireysel yürüme gerekçelerinin bileşkesinden başka bir şey de değildir.
Yürüyenler topluluğu, topluluğun yürüyerek elde etmeyi umduğu hedefe ulaşamasa bile, özünde daha değerli bir kazanıma sahip olur: Bir hedef uğrunda birlikte işe koyulabilme becerisi. Bu, yabana atılamayacak bir deneyimdir. Nihayetinde, bu beceri sivil toplum dediğimiz organizmanın da ta kendisidir. (Devam edeceğiz…)
(*) “Gezgin ve Gölgesi”; Sf:166 ;Şule Yayınları