AFGANİSTAN GÖÇÜ VE YÖNETİLEMEYEN KRİZ
Ülkemize bir sığınmacı akını var ve bu akına dair ne iktidardan ne de muhalefetten çözüm odaklı açıklamalar yapılmıyor. Sokaktaki vatandaş, meseleyi duygusal bir tepkimeyle göğüslerken, işin sorumluluğunu üstlenmesi gerekenler ortalıkta görünmemeyi tercih ediyor.
Ucuz milliyetçilik söylemleriyle hareket etmeyi şiar edinmiş bir kısım kalabalıklar, politika üretmeyen siyasetçilerin yerine, kontrollü ya da kontrolsüz bir şekilde yurdundan ayrılıp topraklarımıza ulaşmış (sığınmacı, göçmen, mülteci adına ne derseniz deyin) insanlara duygusal, sert, incitici ve abartılı sözlü ya da fiziki tepkiler gösteriyorlar.
Yunus’un hümanizmini, Mevlana’nın hoş görüsünü dilinden düşürmeyen bir toplum, nasıl oldu da (her ne sebeple olursa olsun) ülkesine sığınan insanlara nefret söylemiyle muamele ediyor? Hani yaratılanı, yaratandan ötürü seviyorduk. Nerede kaldı “ne olursan ol yine gel” kucaklayıcılığımız. Biz değil miydik “Türk misafirperverliğinden dem vurup hamaset yapmaktan pek hoşlanan millet? Ne oldu bize, neden yeri göğü inletip “ülkemde mülteci istemiyorum, defolup gidin ülkenize” sloganları eşliğinde nefret kusuyoruz, sokaklarda ve sosyal medyada.
Kitleler sıkıştırıldıkları köşeden sıyrılıp çıkamayacak kadar çok baskıya maruz kalırlarsa ortaya çıkan basınç, kırılmalara ve taşkına neden olur. Sığınmacıların kendilerine göre masum sığınma ve barınma istekleri, yerel halk açısından şüpheli ve bir an önce savulması gereken “tehlikeli” bir hareket olarak görülüyor. İki tarafın kaygılarını ve isteklerini dengeleyecek bir sosyal politika ile bir an önce devlet mekanizmasının olaya müdahil olması gerekiyor. Bu müdahale tabii ki kriminal bir mahiyette cereyan etmemeli. Bu müdahale sosyal devlet anlayışı çerçevesinde ortaya konacak makul, akılcı, ulusal ve uluslararası göç hukuku çerçevesinde cereyan etmeli.
Yakın geçmişinde 10 yıllık bir Suriye’li sığınmacılar örneği bulunan siyasal iktidar, hiçbir tecrübeye sahip değilmiş gibi bir davranış içerisinde. Bu, bilinçli bir kriz yönetim politikası mıdır? Yoksa gaflete dayalı bir boş vermişliğin ürünü müdür?
Gün gün uç veren sosyal problemler, sadece mültecilerin ya da sadece protestocu vatandaşlarımızın tutumlarından kaynaklanıyor değil elbet. Bu popülasyonu kontrol altına alması gereken siyasal yönetim mekanizması adeta kaçak güreşiyor.
Kitlelerin mobilizasyonuyla ilgili geçmişten beri bir “yönetememe” sorunu yaşıyor oluşumuz bir gerçek. Kitle hareketlerinin kontrol altına alınabilmesi noktasında, yerel idarecilerle merkezi yönetim arasında bugüne kadar ahenkli ve süreğen bir politika oluşturabilmiş değiliz. Bu biraz da hukuki ve idari mevzuatın, icra edilmesi gereken eylem planının sınırlarını net bir biçimde çizmemiş olmasından da kaynaklı. Tabii ki halk açısından meselenin mevzuat gereklilikleri boyutunun bir karşılığı yok.
Fakat şu da var ki, yerel ya da merkezi yöneticilerin kitlesel hareketleri yönetmede ve kontrol altına almada gösterdikleri her zafiyetin faturasını (olan bitenin farkında olsun ya da olmasın) sokaktaki vatandaş ödemek zorunda kalmaktadır. Ne yereldeki ne de merkezdeki yöneticilerin, halka bu şekilde bir fatura çıkarmaya hakkı yoktur, olmamalıdır.
Bir sonraki yazımızda Afganistan göçünün Erdoğan açısından ne anlama geldiğini ele alacağız.