ÇOCUKLUĞUN KADERİ

 

Anneciğim büyüyorum ben şimdi
Büyüyor göllerde kamış
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona susamış.
(F.Hüsnü Dağlarca)

 

Kim ne derse desin, yirminci yüzyılın sonu ve içinde bulunduğumuz asrın ilk çeyreği tarihin suratında kirli bir şamar gibi şaklayacak. Ve kızarıklıklarında resmedilmiş insan çığlıkları, aç, sefil ve yorgun bedenler, tedirgin, korkulu, ümitsiz, nasipsiz çehreler ve de mahzun, kederli, gözü yaşlı, zoraki gülüşler takınmış çocuk suretleriyle iz bırakacak.

Uzay, bilim, teknoloji, elektronik, bilgisayar, telekomünikasyon, sinerji, internet, AİDS, Corona… Hepsini bir kenara bırakın. İnsanlığın, bu zaman dilimindeki yürek parçalayıcı, perişan halini seyre koyulun. Önce maruz kalanların farkına varın ki, sebep olanların zulmünü daha net görebilesiniz.

Kıyısından köşesinden çocukluğunu bu zaman diliminde idrak edenler bir acı kaderi, bir onulmaz kederi ve çığlık çığlığa günleri miras olarak devraldılar, akranlarıyla paylaştılar. Sonrakilere de acılar ve acılardan süzdükleri buruk mutluluklarını devredecekler.

Güneşin Gök Sofrasında

Çocukluk, hayat meyvesinin en tatlı dilimi ve en çabuk kemirileni. Sevginin atardamarı. Masumiyetin zirvesi. Neşe ve sevincin gür sesi. Yetmişinde bile yedi yaşında olabilme coşkusu. Gençlik damarlarındaki kanı zaptedip, mini minnacık ellerin mevsimlerine akıtma hevesi ve heyecanı.

Nasıl ki her meyve mevsiminde daha tatlıdır, çocuksu hayallerin, çocukça hareketlerin ruhu çocuklaştıran coşkuların en yakışıklı zamanları da çocukluk çağlarıdır. O çağlar ki, günübirlik hayatımızın ummadığımız, bazen farkında bile olamadığımız anlarında aniden gün yüzüne çıkar. Ve içimizdeki gizli kıvılcımları aleve dönüştürür. Sıkışmış bir zaman diliminde ferahlatıcı soluklar aldırır bize. Adeta bir zaman tünelinden geçerek, onca yılın menekşelenmiş dakikalarını yeniden yaşatır ve taze bir çehreye bürür. Bahtiyar Vahapzade’ye çocukluğuna koşma aşkını ve hevesini veren de bu duygu değil midir?

“Odur bak… avluda kopup velvele,
Çocuklar oynaşır, tırmanır dama.
Ben de onlar ile tutup el ele,
Koşmak istiyorum çocukluğuma.”

Çocukluk günleri adeta masalların akınına uğrayan bir zaman dilimidir. Zamanın en tatlı, en narin dilimi. Çocuk, masalla serpilmek, büyümek ve bir masal kahramanı olmak ister. Büyüyünce de çocukluk günlerini hayal ettikçe “âhh…” çeker ve derin hülyâlara dalar. Bu sefer de o günler, tıpkı masallar gibi zihne hücum eder. Artık çocukluk da bir masaldır:

Çocukluğum çocukluğum
Kaf dağında zembilde mi?
Suyu bitmiş bir gölde mi?
Güneşin gök sofrasında
Gizlediğim mendilde mi?
Nerde şimdi nerde bilmem
Çocukluğum çocukluğum.

(Mustafa Ruhi Şirin)

Çocukluk nerede mi? Evlerin vefalı şairi, kalbini bir ev yapıp ona dünyaları sığdıran Behçet Necatigil, hiç eksik etmez evinden çocukları ve çocukluğunu. Çok şey istemez onları görmek için. Bir ışık yakmak yeterlidir. Hatıralardan bir ışık. Ya da Cennetten koparılmış bir hüzme:

“Çocukluğum, çocukluğum
Ah o cennet ülke
Bir daha ele geçse!”
Dediklerini duydum.

Kaymedilmemiş ki
Hatıralar sağolsun!
Işıkları yandıkça
Yeri belli çocukluğun.

Bir Kelebek Ne Kadar Güçlü Olabilir ki?

Sahi, her insanda var mıdır, çocukluk günlerine koşma arzusu ve coşkusu? Mesela, çocukluğunu annesiz, babasız buruk mutluluklarla geçiren, sağına soluna düşmesi muhtemel top mermilerinin ne diye böyle düşüp/patlayıp durduğunu bir türlü idrak edemediği günler yaşamış olanlar da duyabilirler mi o coşkuyu? Oyun bahçeleri anca evlerinin odaları olan, fırın, bakkal önündeki ekmek kuyruklarının muhtemel bir ölüm kuyruğu olduğunu düşünen; kendisi veya annesi/babası sokağa çıkarken sanki cepheye gidiyormuş gibi “gidip de gelememek gelip de bulamamak” gerçeğini iç dünyalarında hissetmiş olanlar da özleyip koşmak isterler mi o yıllarına? Masallarına durmadan kan karışan, kahramanları hep savaşan, ninnileri tıpkı birer ağıt gibi söylenen savaş görmüş çocuklar acaba hangi yaşlarına koşmak isterler?

Bütün bunları düşündükçe Cahit Külebi’nin mısralarını, yirminci yüzyılda söylenen insanlık ağıtının çocuklarla ilgili bölümü olarak okur ve irkilirim her seferinde:

ÇOCUKLAR-1

Anacığım senin kaderin,
Bütün çocukların kaderi.
Neler etmedi yirminci yüzyıl,
Sabi sübyan demedi.

Bir nazlı kuşa benzer,
Çocuk dediğin.
Ev ister, ekmek ister,
Öpülmek okşanmak ister.

Anacığım şu dünyanın üstünde,
Bir sürü şehir vardır.
Taşlanmış kuşlar gibi tedirgin,
Dolaşan çocuklardır.

Masmavi dumanlar tüter,
Onların gözlerinde,
Kara çalılara benzeyen bacakları,
Toz toprak içinde.

Babası öldü gitti çocuğun,
Ya da çarmıhlara gerer kendini.
Çocuğun anası mendil bile bulamaz,
Saçlarıyla siler terini.

Anacığım senin kaderin
Bütün çocukların kaderi
Neler etmedi yirminci yüzyıl
Sabi sübyan demedi.

 

Layık mıyız Dersiniz?

Cahit Sıtkı Tarancı, Affan dedeye para sayıp çocukluğunu satın aldıktan sonra adeta büyülenir ve kendisinden hiçbir şey sorulmamasını ister. Çünkü bir bahar bahçesi içindedir ki havuzunda şırıl şırıl sular vardır; bulutlardan yüce uçurtması, pırıl pırıl zıpzıpları, güzel güzel dönen çemberi, hiç bitmesini istemediği bir horoz şekerine sahiptir. Bu da bir çocukluk dönemi, Külebi’nin anlattığı da… Hele o zihinlerde bir bomba gibi patlayan şehirlerin çocukları… Hiroşima, Bakü, Karabağ, Bosna, Bağdat, Şam…

Çocukluğun neşe tüten, rengârenk vakitlerini yaşayamayanlar için bilmem ki, kederlenmemizin bir faydası olur mu? Hiç olmazsa (veya belki) bir acıyı paylaşmanın vereceği vicdan huzuru.

Narin bir duygudur onları dolduran
Karşılıksız henüz ve hazır bağışlamaya.
Soralım kendimize bazen:
Layık mıyız çocuklarımıza?

(Ataol Behramoğlu)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir