ADALET
“Adalet denilince aklınıza ilk gelen şey nedir” sorusuyla bir anket yapılsa, merak ediyorum acaba kaç kişi, “Hz.Ömer” cevabını verir. Bu cevabın oranı, adalet kavramının hayatımıza ne kadar temas ettiğinin göstergesi olacaktır. Muhtelif diğer cevaplar (cezaevi, mahkeme, hukuk, kanun, ceza vs.) adaletin insancıl yanlarını değil de soğuk ve teknik taraflarını ön plana alıyor.
Mutlak adalet, insanlık tarihinin hangi döneminde hâkim olmuştur ki? Baştan beri insanlığa bahşedilen birçok hasletin yok edilmesinin ya da kirletilmesinin örnekleri karşımızda duruyor. En çok kirlenenlerden birisi de “adalet” olmalı ki, Habil ile Kabil’den bu yana insanın insana, dahası insanın kendine zulmü hiç tükenmiyor.
Aslına bakarsanız, adaletin denklemi doğru kurulduğunda meyvesi huzur olur. Yanlış kurulduğunda ise zulüm. Yanlışın bilerek ya da sehven olmasının bir önemi yok. Her seferinde meyve zulüm meyvesi.
Kanaatimce adalet, sadece hukuk disiplinini değil; büsbütün ve doğrudan hayatın kendisini yoğuran bir kavram. Hukuk literatüründe adalet lafzının oburca tüketilmesi, insanlığın acı ve acıklı kaybı. Adalet kavramını hukuk terminolojisi içerisinde eritip tükettiğimizden olsa gerek, hep adaletsizliklerin yasını tutuyoruz. Onu gündelik hayatımızın bir bileşeni olarak var edemiyoruz. Bu beceriksizliğimizden dolayı da mutlu olamıyoruz. Oysa sadece devlet aygıtının dönen çarklarında değil, zamanın ve mekânın her kademesinde, çarşıda, pazarda, insan insana ilişkilerimizde, aile münasebetlerimizde, eşimiz, dostumuz, komşumuz, akrabamız ile diyaloglarımızda ve tabii kendimizle baş başa iken de adaletin ışıklarına muhtacız. Kaliteli bir ömür sürdürmenin yolu bundan geçiyor. Tabii, bir aynadan yansıtarak değil, doğrudan temasla adalete aracısız bir şekilde sahip olmanın yolunu aramalıyız. Bu arayış esnasında hüzünlerle ve hüsranlarla bile karşılaşsak, nihayetinde mutluluğa doğru bir seyahate çıkmış oluruz.
Bizler çoğu zaman bu dünyadaki hukuk sistemleri içerisinde Hz. Ömer’in adaletini bulamadığımızdan, Allah’ın adaletine sığınıyoruz. Doğru tercih. Fakat bu demek değil ki yavan bir kadercilik anlayışı ile bize sunulana boyun eğelim. Adaleti gerçekleştireceğine inandığımız merci ister devlet ister sivil toplum isterse de birebir ilişkilerimizdeki muhataplarımızdan birisi olsun fark etmez. Adalet arayışını ve mücadelesini sürdürmek zorundayız.
Beklentilerimizin ve heveslerimizin hayatta her zaman bir karşılığı olmayabilir. Bu durum bizi adil davranmaktan ve adaletle hükmetmekten uzaklaştırmamalıdır. Zira adaleti tesis etme iradesini gösterme gayretinden uzaklaştığımız anda kendimize de adil davranmamış oluruz.
Bugün “adalet”, aktığı vadilerde önüne setler konmuş, doğal akışı kesilmiş, tıpkı barajlar gibi akış rejimi uygulanan, istendiği zaman ve gerekli görüldüğü kadar akıtılan bir su kütlesi halini aldı. Kime, ne kadar ve ne zaman verileceğini muktedirler belirliyor. Muktedirlerse günden güne değişiyor.
Oysa adalet; damarlarımızdaki kan gibi kalbimiz tarafından durmadan pompalanmalı, özgür ırmaklar gibi doğal mecrasında akmalı, birilerinin zamana, mekâna ve muhataba göre değişen güç manivelası haline getirilmemeliydi. Hukuksal bir oyuncağa dönüştürülmemeliydi.
Hiçbir şey için geç kalınmış değil. Zira adalet kavramını zihnimizle ve vicdanımızla şekillendirdiğimizde, onu ütopya olmaktan kurtarabilir ve kamusal hayatın vadilerinde, bireysel varlığımızın damarlarında engelsiz bir şekilde dolaşmasını sağlayabiliriz. Bunun için bir tek şeye ihtiyaç var; adaleti tesis etme isteği ve iradesi. Toplum bu istek ve iradeyi kesintisiz bir biçimde ortaya koyarsa, devletin ve onun aktörlerinin buna karşı koyması mümkün değildir.