“Hiçbir şey gelecek nesillerin hayatını ve çalışmasını kefaleti altına alan bir zafer kadar büyük olamaz. Her kılıç darbesi, her yara, her doludizgin akın gelecek baharların müjdecisidir.” (s.94)
Birçoğumuzun hafızasında “Bursa’da Zaman” şiiri, “Huzur” ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanlarıyla yer etmiş olan Tanpınar’ın deneme ve makaleleri, eserlerinin fikir örgüsü ve düşünce alt yapısının özlü ve de özet ifadeleridir. Edebi makalelerinin yanında, bilhassa “Yaşadığım Gibi” isimli ölümünden sonra gazete ve dergilerden derlenerek oluşturulan denemeler toplamında, hayat karşısında bir sanatçı duyarlılığıyla konuları nasıl değerlendirdiğini görürüz. Bu yazılarında çok kere bir hikâye mi, bir şiir mi, bir deneme mi ya da özlü sözler antolojisi mi okuduğunuzu şaşırırsınız.
Klasik ve çağdaş Batı kültürü, ulusal kültürümüzün değerleriyle iç içe, yetkin bir kalem tarafından ifadesini bulur Tanpınar’ın eserlerinde. Özellikle kültür ve güzel sanatlar konularına hassasiyetle eğilen yazar, olumlu/olumsuz tespitlerini, belirli bir derinliğe ulaştırdığı kültür ve görgü süzgecinden geçirerek çağdaş tahlillerle sonuçlandırır. Tespit ve tahlillerinde ne yeniliğe kapalı bir muhafazakar, ne tarihle bağlarını koparmış bir ilericilik heveslisi, ne de gündelik gelişmelerin gelgitlerinde popülarite ile boğuşan bir Donkişot’tur. Eserlerinin birçok noktada temelini ve çatısını oluşturan zaman kavramı karşısındaki tavırları bütün bir düşünce panoramasının kıvılcımlanmasında da etkilidir. Birçoğumuzun bildiği şiirinde söylediği gibi:
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında”
Batılı bir düşünürden (Bergson) bu yaklaşımı alıp benimseyen Tanpınar, Yahya Kemal’in “Kökü mazide olan âti” düşüncesinin de bir uygulayıcısı olmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşunun hemen öncesi ve sonrasında, öğrenci ve öğretmen olarak, devrindeki sosyal gelişmeleri dikkatle izlemiştir Tanpınar.
“İmparatorluğun yıkılış faciası içinde” Çanakkale’deki büyük zafere sevinirken, “Şark ve Suriye ordularının mağlubiyeti ile” üzüntü duyar. “Memleketin her tarafında, benim yaşımda, benden daha küçük çocuklar her gün buna benzer şeyler görüyorlardı. Yazık ki, o zamanki düşüncelerimi pek hatırlamıyorum. İşin facia tarafını acaba görüyor muydum? Öyle geliyor ki, sadece zaferi bekliyordum. Durmadan haritalar çiziyor kaybolmuş yerlerden başlayarak imparatorluğu yeni baştan kuruyordum.” (s.302)
Böyle bir ümitsiz bekleyiş ve hayal devresinde Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanması, Tanpınar’daki karamsarlığı silecek, hayallerini genişletecektir. Nihayet, 1940’lı yıllarda kaleme aldığı yazılarında, Atatürk ve onun şahsında Milli Mücadele’nin temellerini keskin bir zekâ ve ince bir dikkatle tespit edecektir. Özellikle 1944 yılında yazdığı “Atatürk” isimli denemesi, Ulu Önder hakkında yazılmış en dolgun ve açıklayıcı yazılardan biridir.
Bir İnsanı Atatürk Yapan Realiteler
Tanpınar, Mussolini’ye dair bir yazısında milletle kitlenin farkına değinir ve bir diktatörün “kitle adamı”, gerçek liderin ise “millet adamı” olduğu tespitinde bulunur: “Millet, hayatın muvazenesidir. Kitle ise bu muvazenenin bozuluşundan çıkar. Millet adamı, bu muvazenenin dehasını kendinde duyandır. Kitle adamı, kudretini zümreden alır ve onun sayesinde hükmeder. Birisi yapıcıdır, öbürü yapsa bile sonunda kendi eliyle gene yıkar. Atatürk millet adamıydı. Mücadelesini hürriyet fikri için onun etrafında yaptı. Hakiki şef milletten doğar, zümreden gelmez. Atatürk milletten gelmişti.”
(s.74)
Bu millet adamı, “küçük, büyük daima bir hedefin peşinde yaşamıştır.”
Tanpınar, onun meziyetlerini sıralarken ilk olarak iradesi, zekâsı ve emsalsiz realite duygusundan bahseder ve bu meziyetlerin bir insanda pek nadir olarak birleştiğini de ilave eder. (s.88)
Mevcut realitenin temellerini araştıran Tanpınar, bir kuyumcu hassasiyetiyle bu dehanın portresini oluşturmaya çalışır. Böyle olunca da irade, zekâ ve realite duygusunu bütünleyen diğer özelliklerle karşılaşır: Arkadaşlık, arkadaş canlılığı, itimat hissi, kolektif mesai, insanlar içinde birinci olmak fikri, ebedi devam ve topluluk fikri. (Yani kendi mukadderatını milletin mukadderatına bağlamak.) Tanpınar, bu durumu örneklendirmek için de Atatürk’ün bir vesile ile söylediği “sofrada birleşeceksiniz” sözünü hatırlatır.
Atatürk – İnönü Kardeşliği
Tanpınar, Milli Mücadele’nin kazanılmasında az önce sıraladığımız özelliklerin en büyük etkenler olduğunu düşünür ve Atatürk’le İsmet İnönü’nün dayanışmasını hatırlatır: “Biz tarihimizin yeni devrine Atatürk – İsmet İnönü kardeşliğinden girdik. Yeni ordunun ve cephelerin tanziminde genç kumandanın tekliflerini her ne pahasına olursa olsun kabul ve tatbik etmesi zenginliklerinden biri olan bu itimat duygusunu beyhude yere harcamadığını gösterir. Milli Mücadele’nin ilk büyük zaferi bu işbirliğidir.” “Onun eriştiği ve yaşadığı yükseklikte pek az insan onun kadar etrafıyla şan ve şeref paylaşmaya razı olurdu.” (s.88)
“Bizde en cömert manasıyla iş arkadaşlığı bu iki zekânın birbirini tanımalarıyla başlar.”
(s.90) İşte, Tanpınar’a göre Atatürk’ü Atatürk yapan realitelerden biri de budur.
Atatürk’ün Çıraklık Devri Yoktur
Tanpınar, Atatürk’ün yetiştiği ortamı zaman ve mekân faktörlerini de göz önünde bulundurarak şu şekilde dile getirir: “Halk içinde yetişmişti, refah vasıtaları kıt bir zümreye mensuptu, ızdırabı, yoksulluğu genç yaşında tatmıştı. İstikbali ve emniyeti yabancı, ihtiraslı unsurların azgınlığı ile her an tehdit altında bulunan; etrafındaki tehlikenin şuuruna halka mahsus hassaslıkta sahip Rumeli Türklüğü içinde büyüdü. Belki de zekâsının hadiseler karşısındaki o daimi uyanıklığı bu sonuncu şarttan geliyor. Mustafa Kemal’in çocukluk, ilk gençlik yılları, Balkan komitacılarının dört bir yanı yangına, kana boyadıkları yıllarda geçer.” (s.99)
Türk İnkılabının Milli Mücadele ile başladığını ve ikisini birbirinden ayırmamak gerektiğini savunan Tanpınar, böyle bir ortamda doğup büyüyen Mustafa Kemal’in yapmayı tasarladığı işlerin daha Anadolu’ya geçerken kafasında “bütün” bir program dâhilinde mevcut olduğunu, yapılması gerekenleri “iyiden iyiye” bildiğini ve buna inanmamanın da gülünç bir şey olacağını söyler. (s.90)
Atatürk’ün çıraklık devri olmadığını, daima karşısına geçer geçmez kavradığı vaziyetin tek adamı olduğunu gören Tanpınar, onun her yeni işe, biraz evvel bırakmış gibi giren, asıl yapacağını adeta iç görüsü ile seçenlerden olduğunu belirterek şu tespitte bulunur: “Milli Mücadele’de dikkat israfı denilen şeyi bulamazsınız.” (s.107)
Kıta Hayatı Onun Cenneti İdi
Tanpınar, ısrarla Atatürk’ün kıtaya, askerliğe, komutanlığa olan bağlılığını vurgular. “Kıta hayatı onun Cenneti idi”
(s.101) cümlesini okuyunca, zihnimizde hemen onun “Mekteb-i aslî kıtadır” vecizesi uçuşuverir.
Atatürk’ü anlayabilmek için onun “asker yetiştiğini ve kumandan olarak yaşadığını, şahsi haslet ve meziyetlerinin bu mesleğin nizamında yoğrulduğunu, sevk ve idarede geliştiğini ilk önce düşünmek” gerektiğini hatırlatan Tanpınar, bu dehada askerliğin terbiyesinden gelen birçok şeyin var olduğunu ve “üslubuna varıncaya kadar asker ve tâbiyeci (tertip eden)” olduğunu söyler. Şahsi cazibe ve nüfuz kabiliyetinin de, komutanlık tecrübesinden kaynaklandığını dile getirir.
Çocukluğundan itibaren hayatının tek ideali askerlik olan bir insan için böyle bir benimseyiş çok görülmemelidir. Milletinin geleceğiyle ilgili her alanda bir atılım içerisinde bulunan Atatürk; “siyasette, inkılapta, dış politikada hatta harsa (kültüre) ait düşüncelerinde daima büyük kumandan olarak” görünür. Tanpınar, Atatürk’ün “zamanı kullanma şeklinde” dahi askerlikten gelen dehasını görür: “Türk inkılabının yürüyüşündeki çabukluk, elindeki kuvvetleri beyhude yere yormadan neticeyi almak isteyen bir kumandanın iradesini ilk bakışta gösterir.” (s.87-88)
Büyük ve Şümullü Manasıyla Kahraman
Tanpınar, “kahraman”ın tanımını yaparken “aksiyonu kendi uzviyetinde itici bir kuvvet gibi hazır bulan adamdır” der ve bu kavramın içini doldurmak için bir tavsiyede bulunur: “Bu kelimenin manasında elle tutulacak, gözle görülecek bir misalin getirebileceği vuzuhu isteyenler onun hayatına bakmalıdırlar.”
(s.96) Yani kahraman kelimesinin anlamını kavrayabilmek için “Atatürk’ün hayatını görmek ve üzerinde düşünmek yeterlidir.”
(s.97)
Bir de şu var ki, kahramanlık duygusunu varlığında hissedip yaşayan bu deha “en çaresiz kaldığı zamanlarda bile iktidar mevkii ile pazarlığa girmemiştir.”
(s.100)
Atatürk’ün büyük ve şümullü manasıyla kahraman olduğunu ifade etme noktasında Tanpınar, hikâyeci-romancı kimliğini kuşanarak, tıpkı bir roman ya da masal kahramanını hikâye ediyor gibi, fakat tamamıyla realitelerden oluşan bir olaylar ve hayat örgüsü içinde “nesillerin rüyasını kendi nabzının ahenginde duyan adamı” tasvir eder.
Nesillerin Rüyasını Kendi Nabzının Ahenginde Duyan Adam
“Gerçekten Atatürk’ün hayatı, vazife duygusunun, memleket ve millet sevgisinin, imanın ve iradenin beraberce ördükleri bir kumaşa benzer. Onu harekete getiren bu büyük zemberekler hadiseleri sezmek ve anlatmaktaki kudretini, büyük realite duygusunu, tasarlama ve yapmadaki o imkânsız denebilecek isabetini, bir de gerçek manası ile şef doğmuş olanlara mahsus şahsi cazibeyi ilave edersek, bize bu günü ve onun nimetlerini hazırlayan, Türk milletine gelecek nesillerin serbestçe çalışması ve kendi imkânlarını gerçekleştirmek için hür ve müstakil bir yurda sahip olmanın emniyetini bahşeden bir hayatın büyük vasıflarını hülasa etmiş oluruz.”
(s.97)
İçinde yaşadığı milletle aynı frekansta bulunan Atatürk’ün şu sözü, Tanpınar’ın ifade ettiği özellikleri doğrular niteliktedir: “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurdun, bağrından çıktığımız Türk milletinin ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”
Tanpınar’a göre, milletin ümit ve beklenti dünyasını çok iyi tahlil etmiş olan Atatürk; “Realite duygusu, vazife hissi, milli davalarda maceradan sakınması, ferdi hayatından ihtirası bir kalemde atması, daima bir kuvvetler ve imkânlar muhasebesinde yaşamasını sağlayan muvazene ve ölçü fikri, her şeyden evvel bir hukuk devleti ve ekip adamı olması”
(s.112) itibariyle de ulusuyla bütünleşmiştir. Öyle ki, bu bütünleşmede şahsını aradan çıkarıp milletini ön plana alacak kadar da kendini “fert hayatından” sıyırarak “topluluk hayatına” adamıştır. Tanpınar’a göre Atatürk, böyle bir hayat anlayışıyla bir hamlede ölümü yenmiştir: “Ben bu çınarda milyonlarca yaprağın arasında bir yaprağım. Mesele benim devamım değil bu çınarın devamıdır. O devam ettikçe ben devam etmiş olacağım. Sonsuz zaman içinde onun vakarlı gövdesinin yükseldiğini bilmek benim için yetişir. Milyonlarca kuş her akşam onda toplanacak, her sabah şafakla oradan geniş mekânı fethe uçacak. Mevsimler değişecek, devirler geçecek; fakat o daima kendisi kalacak. Başı muzaffer aydınlıkta yüzecek; fakat o daima zamanın ve mekânın hâkimi kalacak.”
Bir insanın, nesillerin rüyasını nabzının âhenginde nasıl duyabileceğini, sanırım bu söz yeterince açıklamaktadır.
Sevgi Meleğinin Doğar Doğmaz Alnından Öptüğü Adam
İnsan varlığının en kutsal değerlerinden biri, belki de birincisi sevmek ve sevilmektir. Kıymet bilir bir topluluk içinde seven insan sevgisinin karşılığını sevilerek görür. İşte Atatürk de, sevginin her türlü alış verişinde bulunmuş ve bir milletin sevgi burcunda bir bayrak olarak dalgalanmıştır. Napoleon’u anarak bir karşılaştırma yapan Tanpınar, adeta sevgideki gücün sözdeki etkisini göstermek ister: “Muharebe meydanında hiç şaşırmayan Napoleon hemen her meclisten mağlup çıkardı. Darıltmadan ağız açtığı pek az vaki idi. Mustafa Kemal ise sözüyle karşısındakini kendine bağlardı.”
(s.110)
Ve Tanpınar’ın “Sevilen Adam” Serenadı
“Zafer ağacının meyvesi zannedildiğinden çok boldur. Az olay şey, sevgi bahçesinin gülüdür. Az olan şey vatan ve millet hudutlarını aşarak bütün dünyaya taşan sevgidir. İmparatorluklar kuran, en usta kimyagerler gibi dağınık insan unsurlarını dehalarının potalarında eritip millet dediğimiz hayatiyet külçesini yapan nice büyükler geçmiştir ki yaşadıkları devirde sevilmek şöyle dursun, asırlardan sonra yaptıkları işe hayran olan tarihçiler bile, adlarını anarken bu hayranlıklarına en ufak bir sevgi duygusunu bir türlü karıştıramazlar. Onlar şan ve şevketleri içinde yaldızla mumyalanmış gibi yaşayıp ölenlerdir. Atatürk, sevgi meleğinin doğar doğmaz alnından öptüğü adamdı. Onun içindir ki daha hayatta iken tarihle destan onu paylaşamıyordu. Hakikat budur ki, O gözümüzün önünde ve şüphenin esas olduğu bir asırda bir efsane kahramanı olmuştu.”
(s.92)
Son Söz: “Ebedi Deha İçin Ölüm Yoktur”
Her varlık için mukadder olan son Atatürk için de geçerlidir, fakat bir farkla: Bir insana “Benim naçiz vücudum bir gün…” diye başlayan sözü söylettiren deha farkıyla. Ve işte bu sözün Tanpınar’ca açıklaması:
“Atatürk öldü… Hayır, ebedî deha için ölüm yoktur. Cemiyet hayatı gölge tarafı olmayan yekpare bir aydınlıktır. Kendi mukadderatını bu kadar kuvvetli bir şekilde milletinin mukadderatına bağlayan insanlar ölmez. Ölmedi; bütün cenk meydanlarından kendisine yol arkadaşlığı yapanlar gibi milletin geleceğinde çoğalmak için gitti. Ölen onların fani varlığıdır. Topraktan gelen her şey toprağa gider. Devam eden, cemiyet hayatının güneş kadar aydınlık mucizesidir; dünü bugüne, bugünü yarına bağlaya bağlaya zamanın ve nesillerin üzerinden aşarak uzanan süreklilik zinciridir; her şeyin ve her talihin üzerinde kalması lazım gelen, o her an sesini içimizde işittiğimiz yaşama iradesidir.”
(s.95)
Dipnot:
Alıntılar; Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaşadığım Gibi”, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996 (Yazıda sayfa numaraları parantez içinde verilmiştir.)
1 Comment
Elinize saglik.