CAN EVİNDE BİR DİKEN
Hiç can sıkıntısı yaşadınız mı? Hayır, şöyle sormalıydım: Can sıkıntısını ruhunda bir kerecik olsun duymayanımız var mı? Başkaları adına bir şey diyemeyeceğim, fakat huzuru, gönül ferahlığını yakaladığım demlerde zaman zaman bir kuşku irademi cascavlak kuşatır. Ve acaba ruhumu okşayıp duran bu müstesna hisler hemen kaybolacak mı şüphesiyle kendi can sıkıntımın evini kuruveririm.
Nedendir bilmem, birçoğumuzun aklına yalnızlık gelir hemen, can sıkıntısı deyince. Hep yalnızlıklar mıdır ruhumuza sıkıntıyı üfleyen? Ya da yalnızlıklar her zaman için can sıkıntısına mı sebep olur? Hayır hayır. Ne biri ne de öbürü. Bana kalırsa bu şekilde düşünmek gerçeğe baş aşağı bakmaktan kaynaklanıyor. Bizi yalnızlığa iten biraz da içimizde var olan sıkıntı değil midir? Ve o sıkıntıyı can evimizden kovmak için çok kere yalnızlığın serin sularına salıvermez miyiz, duygu, his ve düşünce ırmaklarımızı? O halde bir an önce vaz geçelim şu can sıkıntımızın sebebini yalnızlığa mal etmekten. Ne mi yapalım? Yalnızlığımızı en derin ve en verimli şekilde yaşayalım. Artık nasılını varın siz düşünün.
Duygumuz, düşüncemiz, his ve ifadedeki frekanslarımız bir alıcı bulamayınca, yani anlayacağınız irtibata geçebilecek bir “dost”un yokluğunda da ruhumuzun bir telini titretir sıkıntı ve adeta beyin kılcallarımızda bir can sıkıntısı senfonisi dinliyor gibi oluruz. Gerçi bunu söylerken zihnimde Mevlana’nın “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” mısraı uçuşuyor ya, yine de kendimi bir şeyler söylemekten alıkoyamıyorum. Çünkü söz “dost”tan, dostluktan açılmıştır bir kere. Hemen Yahya Kemal’i hatırlayıveriyorum; onun “Dostluk aşktan da üstündür” deyişini…
Gerçekten de dost kişi, “dostluk” makamının sırlarını kavramış kişi refikinin bir an olsun can sıkıntısı yaşamasına fırsat vermeden dostluk köprüsünü işletmeli. Aynı hassasiyeti muhatabının da göstereceğini düşünmeli, fakat her şeye rağmen aksi bir durumda da iyi niyetini eksik etmeden Mevlana’nın deyişini hatırlamalıdır. Yoksa alın size yeni bir can sıkıntısı, yeni bir canevi yangını.
Peki ya, yalnızlıktan kaçıp kalabalıklara sığınarak can sıkıntısını gidermeye çalışanların yaptığına ne demeli? Onların ne düşündüğünü bilemesem de şunu söylemek isterim ki, onların kaçtıkları yalnızlık, girdikleri kalabalığın içinde de yakalarını bırakmayacak ve karşılaştıkları her insanda ayrı bir yalnızlıkla daha burun buruna geleceklerdir. Ta ki topluluk içinde gerçek anlamıyla bir dost buluncaya dek.
Dostlukla aşkı kıyasladık ya, şimdi de kulaklarımdan kalbime, gürül gürül, tatlı talı, seher yeli gibi bir Neşet Ertaş türküsü akıyor:
“Ben ağlarken ağlayıp gülerken gülen
Bütün dertleri anlayıp halimi bilen
Sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?”
Dostluk; ihmali, boş vermeyi ve hele ertelemeyi hiç kaldırmaz. Zaten onun özünde bunların zerresi yoktur. Şimdi sormak isterim: Dostu eksik olmayanın canevinde sıkıntının ne işi var? Diyeceğim o ki, dostluğu can sıkıntısının panzehiri olarak kullanabiliriz. Kullanmalıyız da. O dostu ister zaman ve mekân içine sıkışmış dünya hayatı içinde arayın, ister ezel ve ebed çizgisinde uzayıp giden başka dünyalara ait ufuklarda…
Bazen düşünüyorum da can sıkıntısı diye bir şey yok galiba. Her şey ruh boşluğundan, ruhtaki düzensizlikten, kalpteki katılıktan, iradedeki zayıflıktan kaynaklanıyor. Ruh dinamikleri dinamitlenmiş, kalp balansları baltayla darmadağın edilmiş, irade kapıları menfi ve de muhalif rüzgârlara açık bırakılmış bir şahsiyetin ne huzurundan ne ruh dinginliğinden ne aklıseliminden ve ne de daimî bir tutarlılığından söz açılabilir.
Bunalım, stres, can sıkıntısı… Asıl bahsedilmesi gereken bunların hiç birisi değil. Ruhun doğal istikametinden sapması, fıtratın gündelik meşgalelerin pençesinde hırpalanması, saflığın, içtenliğin, cesaretin, sevginin, aşkın ve bu cümleden nice hasletin körelmesi neticesinde oluşan boşluk. Ruha şeklini veren, onu canlı kılan bunlar değil midir? Bunları ihtiva eden ruh, diri kalmasını bilen ruh sıkıntı duyar mı dersiniz? Canevinde, ruhuna ait gıdaları her an için bulunduran kişinin can sıkıntısının evinde ne işi var?
Utanıyorum!
Kaç zamandır eseflenip duruşum, çevremdekilere canımın sıkkın olduğunu söyleyerek onları (aslında kendimi) aldatışım… Hani Gandhi diyor ya: “Aldatanlar eninde sonunda kendilerini aldatır.” Öyle işte.
Utanıyorum, canımın sıkılmasından. Daha çok da gerine gerine bundan bahsedişimden.
1 Comment
Canimiz sıkıldığında herhalde encokta bir dost yuzu gordugumuzde rahatliyoruz. Bizlerin en cok aksattığı hususlardan birisi de, en sevdigimiz dostlarimiz nasil olsa arkadaslarimizdir diyerek onlara iltifatta gerekli ozeni gostermeyisimizdir. Bence en cok en yakin arkadaslarimizi dostlarimizi el ustunde tutmali ve onlari talih kusu gormeli kacirmamaliyiz. Yoksa cok cevremiz olabilir ama gercekte yalniz yasamaya devam ederiz.