AÇIK GÖRÜŞ

 

– Hadımköy, 27 Nisan 2015 –

“Açık görüş” dendiğinde ne anlamalıyız?

“Açık açık konuşun” mu demek bu? Ya da “Bir açığımız var o da görüş” mü demek?

Yok, belki de “açlık” diyeceklerdi de yanlışlıkla “açık” dediler.

Açlık: Görüş.

Sevdiklerinle, sevenlerinle görüşememenin açlığı.

Neresinden baksan insanın içini acıtıyor. Hem kavramın kendisi hem uygulama yöntemi hem de yüz yüze, baş başa geçirilen o kısacık zaman diliminin bizzat kendisi.

Ayrı geçen yaşanmışlıkları bir saate sıkıştır ve kopan zaman ipliğini bir saatte birleştir.

Tabii başarabilirsen.

Çözülen o kadar düğüm var ki bağlanması gereken.

Çocuklar, anneler, babalar, eşler, nişanlılar, ağabeyler, ablalar, teyzeler, amcalar, dayılar, halalar, kuzenler, dedeler, nineler, kirlenmiş elbiseler, ertelenen ihtiyaçlar, oyunlar, gezmeler… baş başa kalmalar, gecenin sessizliğinde şükür kahveleri, çocukları yatırmalar, hikâyeler, masallar, telefon açmalar, kuşlarla konuşmalar, sokaklar, çarşılar, arabalar, umutlar, ihtiyaçlar, selamlar…

Bir saat içinde kaç düğüm atabilirsiniz?

Çok düğüm.

Ama tamamı değil hiçbir zaman.

Bir iç dökme yeri olamıyor açık görüş mekânı.

“Daimi görüş” günlerine erteleniyor birçok şey.

“Biz iyiyiz, sen kendine dikkat et” temennileri havada uçuşuyor.

Duygusallık zamanı eritiyor. “Bir saat,” hızla dakikalara dönüşüveriyor.

Her imkân, her konuşma geçmesi istenmeyen vaktin arsız düşmanı. Tüketiyor, eritiyor ha bire.

Bir şey istisna.

Gözlerde, zamanı genişleten bir tılsım var sanki.

Bakışlarda, mekândan azade, zamanı kıymetlendiren tılsımlı bir eday yakalayabiliyorsunuz. Ya da yakalamak için çabalıyorsunuz.

Cezaevi terminolojisi her bakımdan kalbi yaralayan, ruhu inciten hüzün ve melankoli fısıldayan tonlarca anlam barındırıyor. “Açık görüş” de bu kapsamda gelip dikiliveriyor karşınıza.

Öznesi olduğunuzda anlamı farklı açık görüşün, nesnesi olduğunuzda daha farklı.

Özne konumundayken, ruh gelgitlerinizi dengeleme ihtiyacı duyuyorsunuz. Nesneleştiğinizde ise manzara değişiyor.

Nesne dediysem, kenarda duran ve üzerine oturulan bir bank, altında sohbete dalınan bir ağaç ya da bunun gibi bir şey olmaktan bahsediyorum.

Yani olan biteni, açık açık görüşeni gözlemleyen. Bir gardiyan gibi değil de zaman zaman kendisi de özne olan –açık açık görüşen- gözlemci makamında bir nesne.

Asıl o zaman farkına varıyorsunuz, kucaklaşmaların, el ele tutuşmaların, bağrına basmaların, koşup koşup boynuna sarılmaların ne kadar da kıymetli olduğunun.

Duygularınızı açık ediyorsunuz o zaman.

Ve işte o zaman, gardınız düşüyor. Nesnesi olduğunuz hikâyenin bir kenarına özne olarak kendinizi yerleştiriveriyorsunuz.

İster hayal deyin buna ister beklenti. Ya da bir başka şey.

Hadımköy ve Silivri günleri, açık görüş terminolojisinin çok daha fazlasına tanıklık ettirdi bizi.

İdeallerinin, hayallerinin ve umutlarının sınırsızlığıyla dar zamanda, dar mekânda engin ufuklara yelken açanların narin, kırılgan ve bir o kadar da onurlu duruşlarına şahit olundu.

Yeni yetme yavrusunu kucaklayanlar, annesine teselli verenler, babasının gururunu okşayanlar, büyüyen ve ışıldayan evlatlarıyla hasret giderenler…

Ve cümlenin sonundaki üç noktanın suskunluğuyla türlü türlü sevgi meltemleri estirenler…

Sustukça ne çok şey konuştuk öyle!

Farkına varanlar, huzurun kollarını boyunlarına doladılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir