ELDE VAR (ya da ELVEDA) TARİH

 

Curcunalı ilk mektep yıllarından itibaren, birçok gerçeği çarpıtılmış olarak ya da yalan yanlış öğrendiğimiz malum. Bunun vebali bizim boyumuzu çoktan aşmıştır, ama maalesef sıkıntısını çekmekten kurtulamamışızdır. Yamalı bohçaya dönen bilgi dağarcığımızla yorumlama, değerlendirme, kavrama, ifade etme gibi insan oluşumuza has meziyetlerin kıyısından köşesinden tutunmak için ne çileler çekmekteyiz de çoğumuz derin gaflet sularında yüzdüğümüzden, bunun farkında değilizdir.

Gerçeklik, bütün bir insanlık için vazgeçilmez ihtiyaçlardandır ve bu vazgeçilmezlik ne acıdır ki büsbütün istismar edilmektedir. Salt gerçekler, gerçekliklerini her zaman korurlar. Fakat her seferinde isabetli değerlendirmelere meze olma şansını yakalayabilenler neredeyse istisna zümresindendir.

Tarihten çıkardığımız dersleri acaba ne ölçüde yerli yerine oturtmaktayız? Yaşadıkları devirlerin beş başı mamur beyleri ve efendileri, bugünlere iz düşüm bırakan kahramanlık destanlarının “gizli” vahametlerle bulandırılacağını nereden bilebilirlerdi ki? Onlar ki, “insan fani, devlet gerçek” sırrı gereğince gırtlaklarında yumruk gibi hıçkırıklarla boğulmak pahasına nice sevgili canların encamını belirlemişler ve nice hasletten vücuttan ter atar gibi vazgeçmişlerdi.

Onlar ki, mevsimsiz zamanlar yaşamış, yardan, anadan, serden geçmiş, aktan, karadan, tenden sıyrılmış, ne düşmana darılmış ne de dosta hayıflanmışlardı. Çırpınışlarına nice şahlanışlar gömmüşlerdi.

Tarih, tarih olabilme keyfiyetini bağrında boy atıp yetişen kahramanlara ve de günahkârlara borçludur. Bizlerin, bir takım sıfat ve etiketlerle o kahramanları ve günahkârları muhkem mevkilerinden koparıp yalancı cennetlere/cehennemlere yerleştirivermemiz artık yüzümüzü kızartmalıdır. Bununla birlikte tarihi, milletlerden ve şahıslardan sıyırıp, soyut bir bütünlük ve devamlılık olarak da ele alabilmemiz gerekir. Kahramanları ve günahkârları milletlerden ayrık birer fert olarak da değerlendirebilmemiz gerekir.

Kahramanlıklara, civanmertliklere ve bu cümleden sayılabilecek bütün hasletlere bireysel meziyetlerden bağımsız, dayandıkları değerlere nazar ederek kıymet atfedebilirsek işte o zaman, o curcunalı ilk mektep yıllarından beri başımıza musallat edilen lafazanlıklardan kurtulmanın perdesini aralamış oluruz. Şöyle ki…

Geçmişin cevelanları, vakanüvislerin sayfalarından fışkırmış vaziyette bugün tablolar halinde karşımızda durmaktadır. Gel gör ki bir hadiseyi çok kere, adeta sürrealist fırçalardan çıkmış gibi farklı ton ve desenlerle boyanmış görürüz. Aslına bakarsanız yüzyılların birikimiyle ortaya çıkmış bir hazineyle baş başayızdır. Fakat ne acıdır ki çok kere gerçeklerden kopuk bir biçimde yaşamayı tercih etmekteyiz.

Cetlerimizden tevarüs ettiğimiz hazinenin kıymetini bilmiyoruz. Adeta redd-i mirasta bulunarak sıfırdan başlatılan sözde yeni bir tarih anlayışı ile kendimizi ve bir parçası olduğumuz topluluğu zaman cetvelinde hatalı bir biçimde konumlandırıyoruz. Bu hata, nitelikli bir tarih bilincinden yoksun olanların zihinlerini bulandırmak için fazlasıyla yeterli oluyor.

Yaşanmış hadiselerin sonuçlarını değerlendirmede farklılaşmamızdan daha doğal bir şey yok. Eyvallah. Fakat büsbütün tarihsel realiteleri çarpıtarak aktarmak için ya çok cesur ya da tastamam ahmak olmalıdır insan.

Hayatın her anında gerekli olan içtenlik, her halde en çok sanat, fikir ve bilim insanları ve tarihçiler için vazgeçilmezdir. Sanatçı, sanatının sınırlarını bilmelidir. Bilim insanı, bilimselliğin hudutlarını zorlayarak şarlatanlığa soyunmamalıdır. Entelektüel, iflah olmaz bir muhalefet dürtüsü ile karşısına çıkan her şeyi ön yargılarının karanlığında sorguya almamalıdır. Aydın, izbe odaları aydınlatmalı, güneşli meydanlarda mum yakmakla oyalanmamalıdır.

Bilgi ve şuur adına bir seviye tutturamadığımız müddetçe çarpıtılmış, yanlış yorumlanmış, hatalarla delik deşik edilmiş kurgusal tarih anlatımlarına maruz kalmamız kaçınılmaz olacaktır. Toplumsal bilincimiz bu durumu ne kadar ve ne zamana kadar tolere edebilir?

Toplumu ayakta tutan en sağlam dinamiklerden birisi olan tarih bilincini örselemek bizi “Kökü mazide olan âti,” noktasından bambaşka bir yere savurur. Orası olsa olsa kötü mazide bir âti olur.

Son sözü Annemarie Schimmel’e bırakalım: “Hakiki idrak, tarihi hakikatlerin ve gelişmelerin bilgisine varmaktan doğar, ama maalesef böyle bir bilgiden bugün birçokları mahrum.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir